bu bir haber sitesidir

18 Haziran 2010 Cuma

Konuk Yazar: Yaşar Bedri ÖZDEMİR









Şairin De Şiirin De Antikası Makbul Değildir

Abidin Dino şiire büyük payeler biçiyor; “Halis şairin lafı kalelerden daha fethedilemez bir nesnedir, diyor. Ve ekliyor: (Başka türlüsüne rastlarsanız, gördüğünüz ve duyduğunuz şiir değil kalpazanlık mahsulü bir tekerlemeden ibarettir.

Hakiki şair geleceklere mektup yazmakla meşgul; geleceklere hepiniz namına en güzel mektubu postaya attığından dolayı şaire teşekkür etmeliyiz… Kelimede saklanan usarenin (özsuyun) en gizlisini, kuvvetin en şiddetlisini bilen en hakiki şairle bir peygamberin arasındaki fark, birinin yalnız, diğerinin bir kitle ile beraber dünyayı değiştirmek istemesindedir.”

Kendisiyle zor barışan ulusun dünyayı değiştirmek gibi bir ütopya kurması ne kadar olası? Kültürün “nece”siyle donanmalıyız ki kalpazanlıktan kurtulalım? Neyse, geçelim.
Bu yazıyı istemsiz yazıyorum. Düzyazı yazmak bana zül geliyor. Başlayıp bitiremediğim metinlerin sayısını çoktan unuttum.

“Sağlıklı bir insan yirmi dört saat aç kalabilir ama şiirsiz asla,” diyen Baudelaire’i utandırmamak için (bu söze hiç inanmasam da, gene de ikiyüzlülük edip) kolları sıvayıp, ihtiyaç fazlası ve defosu çok fazla üretilen yazın sanatımızı konuşalım istedim. Israrla açığa çıkan şiirlerin kimseye bir zararı olmayacağını biliyorum, olsun. Okuyanından çok yazanı var bu ülkenin.

Bu bir rekordur elbette. Şair, etkinliklerde, barda, şarda, sanalda ve tv’lerde sümük salya sergilediği popülizmi ile sıcak tutuyor gündemi. Arabeski bir yere koyacak halim yok. Olduğu yerdeler ve hallerinden memnun onlar. Bizim Sanatın derdi; Dino’nun söylediği gibi geleceğe mektup yazmak değil midir?

Bu nicelik düşkünlerinin kamu çiftliğinden nemalanırken, ipe sapa gelmez işler ürettiğine de maalesef tanık oluyoruz. Bu nasıl bir döngüdür anlayabilmiş değilim. Zaten günümüz bürokrasisinin artık edebiyatla, şiirle işi falan da yok. Aman olmasın da, köstek olmaktan başka bi işe yaramazlar.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hafiyeler kol gezip rejimlerini korumak adına yazar avına çıkmalarını da özler olduk.

Konumuz şiirimizin varlığını sürdürme çabası içinde, seçkileşme ve yarışma sürecindeki sorunsallar yumağı.

Genç Şaire Verilen Ödüllerin Ne’liği
Genç ödüllerle gelen tuzağı bir yazımda değinmiştim. Yakın ve uzak geçmişleri karıştırıyorum. Adları sanları unutulmuş ne kadar ödüllü, ayrıcalıklı şairimiz varmış meğer.
Çirkin ile güzel yan yana.
Bir denge oluşturma adına bir ayağı çukurda olan şairler hızlandırılmış ödüllere tabi tutuluyor. Dizenin ayırtında olan genç şairin şaşırtıcı güzellikte dizeleriyle gelen ödüllerin önünde tuzakların olması düşündürücüdür. Tam o kavşakta gerçekten genç şairlerimize verilen ödüllerin bay genç şairi (bazen de mihrabı yerindeyse bayan olabiliyor) daha yolun başında tökezleterek rehavete ve tembelliğe sürüklemesi ise içler acısıdır.
Genç şairlere dönük ödülün bir kötülük ve bir komplo olduğu düşüncesini kafamdan atamıyorum. Aldığı ödülün hevasına kapılıp o kadar çok konuşuyorlar ki, bu da onların sonu oluyor. O yükü taşıyamayan genç şair yalnızlaştırılıyor. Yetenekli bir gencin önünü kesmek mi istiyorsunuz. Ödüllendirin efendim.

Biraz aceleci davranıp, dolayımlı olarak “Büyük şairler yetişmiyor” sitemine yol haritası çizen sözün nedensellerinden birini de saptamış oluyoruz.
Nitelik sorunsalının seçkilere, yıllıklara, yarışmalara yansımasının ‘ne’liği üzerinde durmakta fayda var.
Leonard Cohen’a göre, “Şiir hayatın kanıtıdır. Eğer hayatı iyi tüketiyorsanız şiir yalnızca küldür.” Güzel bir betimleme.
Tüketilen hayatlardan geriye kalanları algılamakta biraz ketumuz galiba. Çünkü yanma eylemini umursamayıp külde eşinmek gibi kolaycı yaklaşımlar daha çok geliyor işimize.
Şiir, bizim geleneğimizde hayatın içinden olandır. Yani hayatımız gibidir.
Yeşil Mercimekler

Söz’ü esinin ve zamanın kavgası olarak algılayalım. Failin yazınsal kimliğini de anlamaya deneriz. Her zaman genç şiirin şairi olan usta İlhan Berk, üç ayrı yerde üç ayrı defterden söz eder.

Bu fakir gibi bellek fukaraları için elzem bir yöntem bu. Motosiklet yolculuklarımın birinde Şalvarağa Sokağına düşmüştü yolum. Ona; motosikleti, şiire çok benzeyen adrenalini, yolda olma hallerini, rüzgârı yeni keşfettiğimi ve rüzgârın ayartıcılığını anlatıyordum. Ben anlatırken, o notlar alıyordu. Ayrılırken bana, “Bunları kullanabilir miyim?” diye sormuştu.
Yaşlı çınarın bu tevazuu karşısında utandığımı hatırlıyorum.
Seksen küsur yaşlarındaki delikanlının şiir heyecanını, ‘zaman’ kavramıyla hesaplaşmasını hatırladıkça şiirin sürekli kaçan bir şey, yakalanan anın çok özel olduğunu formüle etmiştim. Daha önceleri “gidecek olan gitsin,” umursamazlığını taşırken, böyle bir lüksümüzün olamayacağını anlatmıştı bana Ustanın sözleri. Şairin ilk yıllarında şiir adına yaptığı çılgınlıklar söylene geldi. Bu aykırılıklar güldürür bizi. Strasburg’da kendisine verilen Türkiye Yazarlar Birliği ödül ve plâketini umursamayıp bir yerlerde unuttuğunu hatırlıyorum.

Ödüle lâyık olunduğu zamanlar, ödüllerin heyecan vermediği gibi, payeleri de pek de önemsemez olması marifet iltifat kompleksinin özetiydi belki de.
Nobel ödülünü almamış bir sürü protest isim vardır.
Evet farklıydı İlhan Berk, genç şiirin izini sürüyordu. (Poetikaları Türk ve Dünya şiirinin yol haritasını çizecek kadar mükemmel olan Dağlarca farklıydı. Son günlerine kadar okudular ve yazdılar.)
Gelin görün ki, eskimiş ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmak şiir geleneğimizde (metinlerarasılık, nazire, tevarüd, eh biraz da intihal) hep olagelmiştir. Bu kavramları ayırt etmekle malul olduğumuz başka bir yazının konusu.

İmdi…
Bir baltaya sap olamamış adamlar (rahmetli Gündoğdu Sanımer bu avama yeşil mercimekler derdi) miadını doldurdu ve inziva sınırlarını bile aştılar. Onları bulup mağaralarından çıkartma eylemini ne adına yaptığımızı hiç düşündünüz mü?
Sözüm, unlarını eleyip, yani bir sıkımlık kurşunlarını vakti zamaınnda karavana atıp eleğini asanlara değil, onları rahat bırakmayan işgüzarlara.
Mecbur musunuz bu fukaraları ödüllendirmeye?
Neden onları mutlaka politikacı, amir, lider, ödüllü şair yapmak zorundayız ki? Bitpazarına nur inecek diyorsanız, tarihi bir yanılgıdır bu.
Adam yürüyemiyor, pille yaşıyor hala politikada söz sahibi, adam masa başında uyuyor, söyleneni
anlamaktan muzdarip bilmem nerenin müdürü, adamın kemale ermiş bir dizesi yok, kendini kendinden başka bilen yok, ödülle taltif ediliyor. Ölmüş adama paye ne yapsın ki. Kendisi bile inanmıyor bu taltife eminim.
Bozuk plak gibi eskilerde takılan şuaranın de ve şiirin da antikası makbul değildir azizim.
Şiir dolayısıyla sanat her zaman yeniyi kovalayıp, söylenmeyeni, yapılmayanı ayrıştırıp bulmak zorundadır.
Beyler De Himmete Muhtaç
Cilâlı taş devri şairleri pek de mutlular anladık, hallerinden şikayetçi de değiller. Cilâlarınız daim olsun da; Öteki yeşil mercimekler, sizlere ne oluyor? Eskileri narkozla hayata bağlayıp, paye vereceğiz diye kendinizi helak etmeyin beyler. Neyin kefaretini ödüyorsunuz ki? Belki biri sizi hatırlar diye mi umuyorsunuz.
Daha aklı başında gibi görünenler de sırtlanların talan ettiği leşten geriye bir şey kalır umuduyla, ağabeylerinin husumetlilerine saldırıp, biatlarını kavileştiriyor. Efendisine boyun büküp, sıralarını bekliyorlar. Beklesinler. Kaçınılmaz olarak onlara da sıra gelecek.
Beyler de himmete muhtaç, matematiksel olarak işlemin başka sonucu yok zaten. Uzun zamandır kolay hikmetlere çok fare doğurtuldu da dağ nereye kaçtı bilinmez?
Polemikler
Serzeniş ve ironi şiirin vazgeçilmezidir. Bu şaire hep keyif verir. Şiirin zihin tarihinde hiçbir şey sumen altı edil(e)meyeceği bilinen bir gerçek. Çünkü şairler çok fazla konuşur. Eski bakiyeleri günü geldiğinde temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp menüye koymasını da eyi bilirler. Polemikler nedense hep örtünerek ve belden aşağı olsa da bir bildikleri vardır diye düşündürmekten de keyif alırlar. Eee, saldıranın bir kuyruk acısı olmasa dünya yansa umursamaz ya… Velev ki zatı şahanelere halel gelmesin.
Dağ nereye kaçtı, diye sormuş bulunduk. Asıl merak ettiğim sezaryenle doğurtulan fareler cv’sinde dizim dizim dizilip cirit atarken ne değişecek ki? Kime inandıracaksınız kendiniz bile inanmadığınız kazanımları?
Yazın kirlenmesini ve magandalığını haytanın, kopuğun eline bırakarak sektör oluşturulmak istenmesi yeni bir şey değil.

Sanırım roman, şiirden biraz daha şanslı. (Tembel bir ulusuz ya. Kolay ve çabuk sonuçlar için şiiri tercih edişimiz bundandır! Romana biraz da dalgacıların işidir diye bakılır.) Burjuvazi çöpçatanlığı yapan yürütücüler, billboardlarla, çarşaf çarşaf reklamlarla talebi körükleyip okunmayacak kitapları aksesuar olarak vitrinlere yerleştirmeyi başarıyor. Kitap kokusu bulaşıcıdır zannıyla kitapların kaybettiği okunma irtifa ve itibarını bir gün kazanır umudunu taşıyoruz.

Güven Turan’ın “Rahatsız etmeyen bir yeni, yeni değildir,” pratiği şiirimizin irtifa kazanmasını sağlayacaktır. ‘Yeni’ sanatın de doğasını belirlemez mi zaten? Ama bu yeninin ayırtı, sürekliliği asıl meselemiz değil midir?

Geçen bir sitede gördüm, ülkemizde kurumsallaşan kırktan çok şiir ödülü verilmektedir. Birinci, ikinci, üçüncü, yedekler, mansiyonlar, jüri özel ödülleri, katılımcıların yekûnu mutlu edilene kadar. Bir iki şair de nasibini alır ve onlar adına da sıkıştırılan ödüller derken her yıl hatırı sayılır ödüllü şair bırakırız şiir kabristanlığına.

Bir iki cılız yazı çıkar ‘hakkımız yendi’ diye, küsmeler, dargınlıklar, sonra fısıltı gazetesi bu fayrapçının meşrebince sürer gider, yetkin değilse de etkindirler, maksat suyu bulandırmaktır.
Eleştirinin ve beğenilerin adaleti var mıdır? Diyedir bir soru getiriyor aklımıza. Neyin adaleti var ki? Alan da veren de memnun (aslında kimse memnun değil ama…) arada kalanlar da sırasını beklesin ne çıkar. Veysel Çolak, şiirde eleştirel zafiyete değinirken; “Bizim takımcılık” çıkmazındakilerin tarafsızlık bilincini sorguluyor. Elbette şiirin gelişmesini önleyecektir bizim takım saplantısı.
Bu kimin umurunda. Yukarıda sözünü ettiğim mantar gibi çoğalan ödüller; verilen kariyerlerin saygınlığını ve niteliğini sorgulatırken, sanal kulvarda tansiyonu yüksek, edep sınırını zorlayan söz düellolarına gerek okur gerek katılımcı olarak muhatap olmaktayız. Dediğim gibi polemiklerin poetik ve estetik bir kaygı taşınmadan kişilik hukukuna yapılıyor olması düşündürücüdür.
Potin Kafalılar Ya Da Poetika
Peki nedir estetik ölçütler? Kime göredir? Hâlâ bazı küf bağlamış potin kafalılarca ölçülü uyaklı değilse şiir değildir’i savunan akademik işgüzarların olduğunu düşününce, Marksist ve/veya idealist düşünceyi arka planına koymuyorsa şiirden saymam’ın kemikleşmiş yargılaması sürerken; söylenenlerin su üstene bile yazıl(a)madan havaya karıştığını düşünmekten kendimizi nasıl alabiliriz ki? Elbette şiir tek bir tanımla tariflenemeyeceği gibi, poetik zihinlerin yeni olan ve farklı olan belleği, bilinci, gerçeklik algısı, dil anlayışı ile tanımı kadar çok şiir beğenisi olacaktır.

Biliyoruz ki aklın yolu çok ve çetrefil değildir. Gene biliyoruz ki şiirin ayrıcalığı, şiirde aranan özellikler; şairin özgün içeriği, işçiliği, dile ve şiire getirdiği yenilikler değil midir?

Ezra POUNT’un şairliğini faşist olduğu için görmezden mi geleceğiz? Bir başkası da Nazım’ı, Lorca’yı, Neruda’yı, Necip Fazıl’ı, Adonis’i, Paul Celan`ı ideolojilerinden ötürü yok sayar. Senin nedenlerin sana göre ne kadar mantıklıysa, başkalarının nedenleri de kendilerine göre o kadar mantıklıdır. İdeolojiler; kendi değişimini yapmadan, statüsüne dokunulmadan sürdürülecek sonsuz pratikler değillerdir.
An gelir kendimizi reddederiz. Biz doğulular buna çok da müsaidiz. Doğulu zaafımızın başat fiili duygusallık yakamızı bıraksa çok şeyler olacak da, olmuyor.
Küçük hesaplaşmaları kocaman ve gereksiz polemiklere çok rahat dönüştürürken; fındık kabuğunu doldurmayacak şeyler için fırtınalar çıkarmakta pek mahir olduğumuzu dünya bile tescil etti.

Bunu biliyoruz da bilmiyor görünmek hoşumuza gidiyor. Çıkarsamalarımıza göre biçimliyoruz gündemi. Dedik ya zülfü yâre dokunarak tepkileri göze almak her babayiğidin harcı değildir. Bu zaaflar ile açılan boşlukta bulanıklık hep sürecek ve kurumsal eleştiri müessesesi hep failsiz kalacak. Ismarlama eleştirilerle yetineceğiz.
Aragon, şiiri simya bilimi olarak görür. Şiirdeki sihir çöl kültüründe kader koyucu olabiliyordu. Valéry’ şiiri daha hikemi boyuta taşıyarak, kendi varlığından başka bir amacı olmadığını savunur.
Şiir kendimizde başlayıp kendimizde bitme serüvenidir ve o kadardır. Bu işi çok fazla abartmaktan kurtaramıyoruz kendimizi. Sevdiğimiz bir oyun tarzına dönüştürüyoruz sanatları. Onlarla da olmuyor onlarsız da. Biliyorum ki; çeyrek asır sonra yazılanların, söylenenlerin hurufatı bile kalmayacak.
Bu metaforlar keyifli bir oyun gibi hep gündemimizde olacak, olsun.
Pekâlâ, biz eskileri kırpıp kırpıp eleştirmen yapmasaydık, adı konulan eleştirmenlerle yolumuza devam etseydik Nihat Behram çeyrek asır öncede kalan şiiriyle ödül alabilecek miydi? Bu da madalyonun öteki yüzü. Yeryüzünde yeni bir şey yok, sessizlik ve tekrarlardan başka’mı diyerek savunacağız kendimizi.
Necip Fazıl, ironisini ve eleştirisini tebessümle hatırlarsınız: “Kimse beni benim övdüğüm gibi övemez, kimse beni benim yerdiğim gibi yeremez.” Yok daha neler. Köprünün altından çok dereler aktı üstat. Daha iyi övenler ve daha iyi yeren yağcılarımız mevcuttur. Boy boy, şekil şekil modellerimiz var. Sufle verilsin yeter.
Eleştiri özgürlüğünü, karalama özgürlüğü olarak tanımlayan Metin Cengiz, “Tartışmak kişisel bir kavgaya dönüşüyor,” sözlerinde eylem olarak doğruluk paydası var. Tahammülsüzlükler had safhada. Kişi doğru bildiğini yapıyorsa ne tasa? Dünya reddetsin onu ne çıkar. Karalamaya çalışan’ın metin önceliği poetik bir eleştiriyse, dostlukların tasarruf ettiği ve farkında olmadığımız gerçeğimizle yüzleşmemizi sağlayacağı için bize rehber olacaktır bile. Karalamayı bir eleştiri olarak algıladığımızda, şüphe yok ki; bize onlarca övgü yazısının sağlayamadığı kazanımları sağlayacaktır.
Herkesi mutlu etmek, herkese hoş görünmek diye bir lüksümüz olmamalı. Hilmi Yavuz gibi söylersek; “Birey olmanın yolu düşman kazanmaktan geçer,” ironisinin altında yatan da budur sanırım. Bu elbette yalnızlaşma çağrısı olarak da algılanmamalı. Etik ve estetik sınırlar içindeki başkaldırıdan söz ediyorum. Çok fazla kendi olmak isteyen, bireyci ve paylaşmaktan fena halde kompleks duyan şair, ‘ben/cil’ tarzı ile bindiği dalı kesip dolaylı olarak kendi şiirinin önünü tıkıyor olabilme ihtimalini unutmamalıdır.
Sanırım gereğinden çok uzadı söz. Zor başlarım bir yazıya, başlayınca da bitiremem bir türlü. Benim de maruzatım bu galiba. Söylenecek o kadar çok şey var ki…
Bukowski’ye göre, şiire ilişkin ne çok şey söylenirse, şiir o denli azalır, diyedir susmak en dertsizi. Üstmetinler serseri mayınlar gibi gezinsin varsın. Fındıkkabuğundan fırtınalar çıkarılsın. Maestroların dar zaman ritüelleri birkaç iadeyi ziyaret, yani muhatapları dışında görmezden geliniyor, gelinecektir.
Ne gam, kimse kimseyi okumuyor, okumasın.
Kendi yazdığı yetiyor potin kafalı bu sefil mürettebata!..
Salah Birsel’in ‘Şiir ve Cinayet’ kitabından yazımıza farklı bir boyut kazandıracak alıntıyla bitirelim: “Uzun süre edebiyat kitaplarını değerlendiren bir kurulda bulunduğum için söyleyeceğim, seçici kurullardan göğüs yumuşatıcı bir karar çıkması hemen hemen olanaksızdır. Seçici kurullar üzerine bir dizi yazmış olan Ataç da bu kanıdadır. -Biri o kitabı, biri bu kitabı beğenmiştir,- der Ataç. –Onlar üzerinde anlaşamayınca da bir üçüncüsünü, belki de en az değerli olanı seçmişlerdir,” ve ekliyor Birsel, “benim beğendiğim bir esere üçüncülük verilmesini sağlamak için, ikincilik için ben de oyumu pek o kadar sevmediğim esere verdim.”
Baki kalacak olan hoş bir muhabbet, kalbe işleyecek olan masum bir dizedir belki. Oysa bencilliğimiz ve kıskançlığımız bizi hep daha çok yalnızlaştırıyor.
Bakalım ayine-i devrân ne suret gösterir, encamı hay’rola!..