bu bir haber sitesidir

19 Haziran 2010 Cumartesi

Arap’a Köpek Demişiz - harun yavruoğlu

Biz Türkler Arap ırkını her zaman Egemenliğimiz altındaki
diğer ırklardan daha farklı bir konumda görmüş,
Kavmi Necip (Üstün millet) diye adlandırarak
vergi ve askerlik konusunda pek çok ayrıcalıklar sağlamışız.

Hatta Arabı sev çünkü Peygamberimiz Arap.
Arap’ı sev çünkü Kur’an Arapça,
Arap’ı sev ölünce öteki dünyada Arapça konuşulacak(mış)
Dahası yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türk insanının din kardeşleridirler.
Bu nedenlerle Araplara yakınlık duyulmuştur.
Ancak: Araplar her fırsatta Türk Milletine karşı düşmanlıklarını
göstermekten imtina etmemişlerdir.

Kutsal toprakları, gayrı Müslimlere karşı korumaya yemin etmiş ve
bu yeminine her daim sadık kalmış Türk askerine karşı silah kullanmışlardır.
Müslüman’dırlar ama Hıristiyan İngilizlerle birlikte olup,
on binlerce Müslüman Türk evladını Arabistan çöllerine gömmüşlerdir.

“Teşkilat-ı Mahsusa” adlı eserde:
Osmanlı hizmetindeyken Arap subay ve memurları devlet aleyhinde
faaliyette bulunduklarını, hatta bazılarının ajanlık yaptıklarının tespit
edildiğini, bununla da kalınmamış Meclis-i umumiye, yani Osmanlı parlamentosunda
bulunan Arap temsilcilerin tam bir casus tavırlarına girdikleri belirtilmiştir.

Bu casuslar Mekke şerifine gönderdikleri 12 Şubat 1911 tarihli mektupta
Mekke’nin yönetimini derhal ele geçirmelerini ve Arap başkaldırısına
öncülük etmesini istemişlerdir.

Benzer durum maalesef Suriye için de geçerlidir.
Öyle ki; yazar olsun, doktor olsun, arazi sahibi ya da devlet hizmeti gören
üst seviye memurları olsun, kurdukları cemiyetle tek amaçları:
Türk devletini parçalamaktı.

Oysa yüz yılın başında zor günler yaşamakta olan Osmanlı devleti
Arapların sadakatine ve din kardeşliğine çok da muhtaçtı.
İngiliz casuslarından Getrude Bell, Captain Shakespeare ve Thomas Edward Lawrens’in
kışkırtıcılığı ile Arap milliyetçiliği,
İslam’ın birleştirirciğini gözardı ederek,
aralarındaki kavgayı bırakıp Müslüman Osmanlı askerlerine
ürkünç katliamlar yapmışlardır.

İngiliz amcaları bu sözde din kardeşimiz olan Araplara 
“İmparatorluk” kurduracaklar hevesiyle 1916 yılında Akaba’ ve Şam’ı
Osmanlı’dan koparırlar.

01.01.1916 yılında Hıristiyan İngilizlerle anlaşan Şerif Hüseyin
Mekke krallığını ilan eder ve yayınladığı cihat bildirisinde:
“Türkler dinden çıktılar.
Allahın emirlerine uymuyor, emirlerinin aksini yapıyorlar.
Biz Arapların asırlardır devam eden adetlerine saygı göstermiyorlar...”
Diyerek, Arapların Türk idaresine karşı cihada girişmelerinin farz olduğuna
fetva vermiştir.

Bu girişimin ardında Arap birlikleri, Hicaz demiryoluna saldırılar düzenlemeye
ve Osmanlı birliklerine ölümcül kayıplar verdirmeye başladılar.
Durum Yemen için de aynıdır.
Burada da Büyük boyutta Türk katliamları yaşanmış,
on binlerce Osmanlı askeri katledilmiş,
O hüznümüzü içimizde her daim taze tutan:
Ah o yemendir/ Gülü çemendir/
Giden gelmiyor/ Acep nedendir...
Ağıtları kalmıştır Arap ihanetinden günümüze...
Buna mukabil bu Arap ülkesinde o aziz kahramanlarımız için bir anıt mezara
dahi imkân verilmezken, Cin ve İngilizlerin ölülerine şehit mezarlıkları
tanzim edilmiştir.
Ve daha dün, Suudi Arapları, bütün ricalarımız rağmen
Dedelerimiz Osmanlı’nın Ecyat kalesini yerle bir ederek,
yerine bol minareli camiler değil, bol yıldızlı oteller yapmışlardır.
Bunların daha nice günahları vardır da yazılsa sayfalara sığmaz...
Evet Arap’a köpek demişiz.
Demek ki insan kızmakta haklı olunca,
haksız sözler söylemesine mani olamıyor.

...Mehmetçiğim Can Veriyor!..

“Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor...”

Evet,Hakkâri Şemdilli’de teröristlerin saldırısında 8 asker,
Arazi araması yapmakta iken mayına basarak 2 asker şehit düşmüştür,
böylece bir günde toplam şehit asker sayımız 10 ‘u bulmuştur.
Bu çatışmalarda Toplam 12 terörist öldürülürken, çatışmalar devam etmektedir.
Yine baş sağlığı telgrafları,
Yine öfkeli kınamalar,
Yine kanı yerde kalmayacak vaatleri
Artık hiçbir şey ifade etmemektedir.
Bu her yönüyle vahimdir.
Bir terör örgütü tarafından bir askeri birliğe böyle bir zayiat verilebilmesi vahimdir.
Siyasi belirsizlik ve açılım adı altındaki enkaz
Terörle mücadele azmine büyük Zaralar vermiş gözükmektedir
Moraller bozulmakta,
Türkiye umut kaybetmektedir.

Harun Yavruoğlu

18 Haziran 2010 Cuma

Ahmeti Necat durmuyor - karikatür harun yavruoğlu

İran Kızılayı’nın, gelecek hafta Gazze’ye yardım götürmek üzere
iki gemiyi yola çıkaracağını ilan etmesinin ardından İsrail’den,
“bu gemilerin bölgeye girmesine izin verilmeyeceği” açıklaması geldi.


İsrailli bir diplomatik kaynak, “İrlanda gemisinin Gazze’ye gitmesine
izin vermediysek, kesinlikle İran gemisinin de geçişine izin vermeyececeğiz” dedi.
Ancak Tahran’ın “tehdidinin” henüz ne kadar ciddi olduğunun da açık olmadığını ekledi.

Aynı kaynak, İran’ın İsrail’le ilgili daha önceki “haritadan silinmeli” şeklindeki açıklamaları
ve Hamas ile Hizbullah’a silah sağladığı iddiaları nedeniyle, bu ülkeden
Gazze’ye herhangi bir gemi gitmesinin büyük kaygı yaratacağını söyledi.

Konuk Yazar: Yaşar Bedri ÖZDEMİR









Şairin De Şiirin De Antikası Makbul Değildir

Abidin Dino şiire büyük payeler biçiyor; “Halis şairin lafı kalelerden daha fethedilemez bir nesnedir, diyor. Ve ekliyor: (Başka türlüsüne rastlarsanız, gördüğünüz ve duyduğunuz şiir değil kalpazanlık mahsulü bir tekerlemeden ibarettir.

Hakiki şair geleceklere mektup yazmakla meşgul; geleceklere hepiniz namına en güzel mektubu postaya attığından dolayı şaire teşekkür etmeliyiz… Kelimede saklanan usarenin (özsuyun) en gizlisini, kuvvetin en şiddetlisini bilen en hakiki şairle bir peygamberin arasındaki fark, birinin yalnız, diğerinin bir kitle ile beraber dünyayı değiştirmek istemesindedir.”

Kendisiyle zor barışan ulusun dünyayı değiştirmek gibi bir ütopya kurması ne kadar olası? Kültürün “nece”siyle donanmalıyız ki kalpazanlıktan kurtulalım? Neyse, geçelim.
Bu yazıyı istemsiz yazıyorum. Düzyazı yazmak bana zül geliyor. Başlayıp bitiremediğim metinlerin sayısını çoktan unuttum.

“Sağlıklı bir insan yirmi dört saat aç kalabilir ama şiirsiz asla,” diyen Baudelaire’i utandırmamak için (bu söze hiç inanmasam da, gene de ikiyüzlülük edip) kolları sıvayıp, ihtiyaç fazlası ve defosu çok fazla üretilen yazın sanatımızı konuşalım istedim. Israrla açığa çıkan şiirlerin kimseye bir zararı olmayacağını biliyorum, olsun. Okuyanından çok yazanı var bu ülkenin.

Bu bir rekordur elbette. Şair, etkinliklerde, barda, şarda, sanalda ve tv’lerde sümük salya sergilediği popülizmi ile sıcak tutuyor gündemi. Arabeski bir yere koyacak halim yok. Olduğu yerdeler ve hallerinden memnun onlar. Bizim Sanatın derdi; Dino’nun söylediği gibi geleceğe mektup yazmak değil midir?

Bu nicelik düşkünlerinin kamu çiftliğinden nemalanırken, ipe sapa gelmez işler ürettiğine de maalesef tanık oluyoruz. Bu nasıl bir döngüdür anlayabilmiş değilim. Zaten günümüz bürokrasisinin artık edebiyatla, şiirle işi falan da yok. Aman olmasın da, köstek olmaktan başka bi işe yaramazlar.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hafiyeler kol gezip rejimlerini korumak adına yazar avına çıkmalarını da özler olduk.

Konumuz şiirimizin varlığını sürdürme çabası içinde, seçkileşme ve yarışma sürecindeki sorunsallar yumağı.

Genç Şaire Verilen Ödüllerin Ne’liği
Genç ödüllerle gelen tuzağı bir yazımda değinmiştim. Yakın ve uzak geçmişleri karıştırıyorum. Adları sanları unutulmuş ne kadar ödüllü, ayrıcalıklı şairimiz varmış meğer.
Çirkin ile güzel yan yana.
Bir denge oluşturma adına bir ayağı çukurda olan şairler hızlandırılmış ödüllere tabi tutuluyor. Dizenin ayırtında olan genç şairin şaşırtıcı güzellikte dizeleriyle gelen ödüllerin önünde tuzakların olması düşündürücüdür. Tam o kavşakta gerçekten genç şairlerimize verilen ödüllerin bay genç şairi (bazen de mihrabı yerindeyse bayan olabiliyor) daha yolun başında tökezleterek rehavete ve tembelliğe sürüklemesi ise içler acısıdır.
Genç şairlere dönük ödülün bir kötülük ve bir komplo olduğu düşüncesini kafamdan atamıyorum. Aldığı ödülün hevasına kapılıp o kadar çok konuşuyorlar ki, bu da onların sonu oluyor. O yükü taşıyamayan genç şair yalnızlaştırılıyor. Yetenekli bir gencin önünü kesmek mi istiyorsunuz. Ödüllendirin efendim.

Biraz aceleci davranıp, dolayımlı olarak “Büyük şairler yetişmiyor” sitemine yol haritası çizen sözün nedensellerinden birini de saptamış oluyoruz.
Nitelik sorunsalının seçkilere, yıllıklara, yarışmalara yansımasının ‘ne’liği üzerinde durmakta fayda var.
Leonard Cohen’a göre, “Şiir hayatın kanıtıdır. Eğer hayatı iyi tüketiyorsanız şiir yalnızca küldür.” Güzel bir betimleme.
Tüketilen hayatlardan geriye kalanları algılamakta biraz ketumuz galiba. Çünkü yanma eylemini umursamayıp külde eşinmek gibi kolaycı yaklaşımlar daha çok geliyor işimize.
Şiir, bizim geleneğimizde hayatın içinden olandır. Yani hayatımız gibidir.
Yeşil Mercimekler

Söz’ü esinin ve zamanın kavgası olarak algılayalım. Failin yazınsal kimliğini de anlamaya deneriz. Her zaman genç şiirin şairi olan usta İlhan Berk, üç ayrı yerde üç ayrı defterden söz eder.

Bu fakir gibi bellek fukaraları için elzem bir yöntem bu. Motosiklet yolculuklarımın birinde Şalvarağa Sokağına düşmüştü yolum. Ona; motosikleti, şiire çok benzeyen adrenalini, yolda olma hallerini, rüzgârı yeni keşfettiğimi ve rüzgârın ayartıcılığını anlatıyordum. Ben anlatırken, o notlar alıyordu. Ayrılırken bana, “Bunları kullanabilir miyim?” diye sormuştu.
Yaşlı çınarın bu tevazuu karşısında utandığımı hatırlıyorum.
Seksen küsur yaşlarındaki delikanlının şiir heyecanını, ‘zaman’ kavramıyla hesaplaşmasını hatırladıkça şiirin sürekli kaçan bir şey, yakalanan anın çok özel olduğunu formüle etmiştim. Daha önceleri “gidecek olan gitsin,” umursamazlığını taşırken, böyle bir lüksümüzün olamayacağını anlatmıştı bana Ustanın sözleri. Şairin ilk yıllarında şiir adına yaptığı çılgınlıklar söylene geldi. Bu aykırılıklar güldürür bizi. Strasburg’da kendisine verilen Türkiye Yazarlar Birliği ödül ve plâketini umursamayıp bir yerlerde unuttuğunu hatırlıyorum.

Ödüle lâyık olunduğu zamanlar, ödüllerin heyecan vermediği gibi, payeleri de pek de önemsemez olması marifet iltifat kompleksinin özetiydi belki de.
Nobel ödülünü almamış bir sürü protest isim vardır.
Evet farklıydı İlhan Berk, genç şiirin izini sürüyordu. (Poetikaları Türk ve Dünya şiirinin yol haritasını çizecek kadar mükemmel olan Dağlarca farklıydı. Son günlerine kadar okudular ve yazdılar.)
Gelin görün ki, eskimiş ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmak şiir geleneğimizde (metinlerarasılık, nazire, tevarüd, eh biraz da intihal) hep olagelmiştir. Bu kavramları ayırt etmekle malul olduğumuz başka bir yazının konusu.

İmdi…
Bir baltaya sap olamamış adamlar (rahmetli Gündoğdu Sanımer bu avama yeşil mercimekler derdi) miadını doldurdu ve inziva sınırlarını bile aştılar. Onları bulup mağaralarından çıkartma eylemini ne adına yaptığımızı hiç düşündünüz mü?
Sözüm, unlarını eleyip, yani bir sıkımlık kurşunlarını vakti zamaınnda karavana atıp eleğini asanlara değil, onları rahat bırakmayan işgüzarlara.
Mecbur musunuz bu fukaraları ödüllendirmeye?
Neden onları mutlaka politikacı, amir, lider, ödüllü şair yapmak zorundayız ki? Bitpazarına nur inecek diyorsanız, tarihi bir yanılgıdır bu.
Adam yürüyemiyor, pille yaşıyor hala politikada söz sahibi, adam masa başında uyuyor, söyleneni
anlamaktan muzdarip bilmem nerenin müdürü, adamın kemale ermiş bir dizesi yok, kendini kendinden başka bilen yok, ödülle taltif ediliyor. Ölmüş adama paye ne yapsın ki. Kendisi bile inanmıyor bu taltife eminim.
Bozuk plak gibi eskilerde takılan şuaranın de ve şiirin da antikası makbul değildir azizim.
Şiir dolayısıyla sanat her zaman yeniyi kovalayıp, söylenmeyeni, yapılmayanı ayrıştırıp bulmak zorundadır.
Beyler De Himmete Muhtaç
Cilâlı taş devri şairleri pek de mutlular anladık, hallerinden şikayetçi de değiller. Cilâlarınız daim olsun da; Öteki yeşil mercimekler, sizlere ne oluyor? Eskileri narkozla hayata bağlayıp, paye vereceğiz diye kendinizi helak etmeyin beyler. Neyin kefaretini ödüyorsunuz ki? Belki biri sizi hatırlar diye mi umuyorsunuz.
Daha aklı başında gibi görünenler de sırtlanların talan ettiği leşten geriye bir şey kalır umuduyla, ağabeylerinin husumetlilerine saldırıp, biatlarını kavileştiriyor. Efendisine boyun büküp, sıralarını bekliyorlar. Beklesinler. Kaçınılmaz olarak onlara da sıra gelecek.
Beyler de himmete muhtaç, matematiksel olarak işlemin başka sonucu yok zaten. Uzun zamandır kolay hikmetlere çok fare doğurtuldu da dağ nereye kaçtı bilinmez?
Polemikler
Serzeniş ve ironi şiirin vazgeçilmezidir. Bu şaire hep keyif verir. Şiirin zihin tarihinde hiçbir şey sumen altı edil(e)meyeceği bilinen bir gerçek. Çünkü şairler çok fazla konuşur. Eski bakiyeleri günü geldiğinde temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp menüye koymasını da eyi bilirler. Polemikler nedense hep örtünerek ve belden aşağı olsa da bir bildikleri vardır diye düşündürmekten de keyif alırlar. Eee, saldıranın bir kuyruk acısı olmasa dünya yansa umursamaz ya… Velev ki zatı şahanelere halel gelmesin.
Dağ nereye kaçtı, diye sormuş bulunduk. Asıl merak ettiğim sezaryenle doğurtulan fareler cv’sinde dizim dizim dizilip cirit atarken ne değişecek ki? Kime inandıracaksınız kendiniz bile inanmadığınız kazanımları?
Yazın kirlenmesini ve magandalığını haytanın, kopuğun eline bırakarak sektör oluşturulmak istenmesi yeni bir şey değil.

Sanırım roman, şiirden biraz daha şanslı. (Tembel bir ulusuz ya. Kolay ve çabuk sonuçlar için şiiri tercih edişimiz bundandır! Romana biraz da dalgacıların işidir diye bakılır.) Burjuvazi çöpçatanlığı yapan yürütücüler, billboardlarla, çarşaf çarşaf reklamlarla talebi körükleyip okunmayacak kitapları aksesuar olarak vitrinlere yerleştirmeyi başarıyor. Kitap kokusu bulaşıcıdır zannıyla kitapların kaybettiği okunma irtifa ve itibarını bir gün kazanır umudunu taşıyoruz.

Güven Turan’ın “Rahatsız etmeyen bir yeni, yeni değildir,” pratiği şiirimizin irtifa kazanmasını sağlayacaktır. ‘Yeni’ sanatın de doğasını belirlemez mi zaten? Ama bu yeninin ayırtı, sürekliliği asıl meselemiz değil midir?

Geçen bir sitede gördüm, ülkemizde kurumsallaşan kırktan çok şiir ödülü verilmektedir. Birinci, ikinci, üçüncü, yedekler, mansiyonlar, jüri özel ödülleri, katılımcıların yekûnu mutlu edilene kadar. Bir iki şair de nasibini alır ve onlar adına da sıkıştırılan ödüller derken her yıl hatırı sayılır ödüllü şair bırakırız şiir kabristanlığına.

Bir iki cılız yazı çıkar ‘hakkımız yendi’ diye, küsmeler, dargınlıklar, sonra fısıltı gazetesi bu fayrapçının meşrebince sürer gider, yetkin değilse de etkindirler, maksat suyu bulandırmaktır.
Eleştirinin ve beğenilerin adaleti var mıdır? Diyedir bir soru getiriyor aklımıza. Neyin adaleti var ki? Alan da veren de memnun (aslında kimse memnun değil ama…) arada kalanlar da sırasını beklesin ne çıkar. Veysel Çolak, şiirde eleştirel zafiyete değinirken; “Bizim takımcılık” çıkmazındakilerin tarafsızlık bilincini sorguluyor. Elbette şiirin gelişmesini önleyecektir bizim takım saplantısı.
Bu kimin umurunda. Yukarıda sözünü ettiğim mantar gibi çoğalan ödüller; verilen kariyerlerin saygınlığını ve niteliğini sorgulatırken, sanal kulvarda tansiyonu yüksek, edep sınırını zorlayan söz düellolarına gerek okur gerek katılımcı olarak muhatap olmaktayız. Dediğim gibi polemiklerin poetik ve estetik bir kaygı taşınmadan kişilik hukukuna yapılıyor olması düşündürücüdür.
Potin Kafalılar Ya Da Poetika
Peki nedir estetik ölçütler? Kime göredir? Hâlâ bazı küf bağlamış potin kafalılarca ölçülü uyaklı değilse şiir değildir’i savunan akademik işgüzarların olduğunu düşününce, Marksist ve/veya idealist düşünceyi arka planına koymuyorsa şiirden saymam’ın kemikleşmiş yargılaması sürerken; söylenenlerin su üstene bile yazıl(a)madan havaya karıştığını düşünmekten kendimizi nasıl alabiliriz ki? Elbette şiir tek bir tanımla tariflenemeyeceği gibi, poetik zihinlerin yeni olan ve farklı olan belleği, bilinci, gerçeklik algısı, dil anlayışı ile tanımı kadar çok şiir beğenisi olacaktır.

Biliyoruz ki aklın yolu çok ve çetrefil değildir. Gene biliyoruz ki şiirin ayrıcalığı, şiirde aranan özellikler; şairin özgün içeriği, işçiliği, dile ve şiire getirdiği yenilikler değil midir?

Ezra POUNT’un şairliğini faşist olduğu için görmezden mi geleceğiz? Bir başkası da Nazım’ı, Lorca’yı, Neruda’yı, Necip Fazıl’ı, Adonis’i, Paul Celan`ı ideolojilerinden ötürü yok sayar. Senin nedenlerin sana göre ne kadar mantıklıysa, başkalarının nedenleri de kendilerine göre o kadar mantıklıdır. İdeolojiler; kendi değişimini yapmadan, statüsüne dokunulmadan sürdürülecek sonsuz pratikler değillerdir.
An gelir kendimizi reddederiz. Biz doğulular buna çok da müsaidiz. Doğulu zaafımızın başat fiili duygusallık yakamızı bıraksa çok şeyler olacak da, olmuyor.
Küçük hesaplaşmaları kocaman ve gereksiz polemiklere çok rahat dönüştürürken; fındık kabuğunu doldurmayacak şeyler için fırtınalar çıkarmakta pek mahir olduğumuzu dünya bile tescil etti.

Bunu biliyoruz da bilmiyor görünmek hoşumuza gidiyor. Çıkarsamalarımıza göre biçimliyoruz gündemi. Dedik ya zülfü yâre dokunarak tepkileri göze almak her babayiğidin harcı değildir. Bu zaaflar ile açılan boşlukta bulanıklık hep sürecek ve kurumsal eleştiri müessesesi hep failsiz kalacak. Ismarlama eleştirilerle yetineceğiz.
Aragon, şiiri simya bilimi olarak görür. Şiirdeki sihir çöl kültüründe kader koyucu olabiliyordu. Valéry’ şiiri daha hikemi boyuta taşıyarak, kendi varlığından başka bir amacı olmadığını savunur.
Şiir kendimizde başlayıp kendimizde bitme serüvenidir ve o kadardır. Bu işi çok fazla abartmaktan kurtaramıyoruz kendimizi. Sevdiğimiz bir oyun tarzına dönüştürüyoruz sanatları. Onlarla da olmuyor onlarsız da. Biliyorum ki; çeyrek asır sonra yazılanların, söylenenlerin hurufatı bile kalmayacak.
Bu metaforlar keyifli bir oyun gibi hep gündemimizde olacak, olsun.
Pekâlâ, biz eskileri kırpıp kırpıp eleştirmen yapmasaydık, adı konulan eleştirmenlerle yolumuza devam etseydik Nihat Behram çeyrek asır öncede kalan şiiriyle ödül alabilecek miydi? Bu da madalyonun öteki yüzü. Yeryüzünde yeni bir şey yok, sessizlik ve tekrarlardan başka’mı diyerek savunacağız kendimizi.
Necip Fazıl, ironisini ve eleştirisini tebessümle hatırlarsınız: “Kimse beni benim övdüğüm gibi övemez, kimse beni benim yerdiğim gibi yeremez.” Yok daha neler. Köprünün altından çok dereler aktı üstat. Daha iyi övenler ve daha iyi yeren yağcılarımız mevcuttur. Boy boy, şekil şekil modellerimiz var. Sufle verilsin yeter.
Eleştiri özgürlüğünü, karalama özgürlüğü olarak tanımlayan Metin Cengiz, “Tartışmak kişisel bir kavgaya dönüşüyor,” sözlerinde eylem olarak doğruluk paydası var. Tahammülsüzlükler had safhada. Kişi doğru bildiğini yapıyorsa ne tasa? Dünya reddetsin onu ne çıkar. Karalamaya çalışan’ın metin önceliği poetik bir eleştiriyse, dostlukların tasarruf ettiği ve farkında olmadığımız gerçeğimizle yüzleşmemizi sağlayacağı için bize rehber olacaktır bile. Karalamayı bir eleştiri olarak algıladığımızda, şüphe yok ki; bize onlarca övgü yazısının sağlayamadığı kazanımları sağlayacaktır.
Herkesi mutlu etmek, herkese hoş görünmek diye bir lüksümüz olmamalı. Hilmi Yavuz gibi söylersek; “Birey olmanın yolu düşman kazanmaktan geçer,” ironisinin altında yatan da budur sanırım. Bu elbette yalnızlaşma çağrısı olarak da algılanmamalı. Etik ve estetik sınırlar içindeki başkaldırıdan söz ediyorum. Çok fazla kendi olmak isteyen, bireyci ve paylaşmaktan fena halde kompleks duyan şair, ‘ben/cil’ tarzı ile bindiği dalı kesip dolaylı olarak kendi şiirinin önünü tıkıyor olabilme ihtimalini unutmamalıdır.
Sanırım gereğinden çok uzadı söz. Zor başlarım bir yazıya, başlayınca da bitiremem bir türlü. Benim de maruzatım bu galiba. Söylenecek o kadar çok şey var ki…
Bukowski’ye göre, şiire ilişkin ne çok şey söylenirse, şiir o denli azalır, diyedir susmak en dertsizi. Üstmetinler serseri mayınlar gibi gezinsin varsın. Fındıkkabuğundan fırtınalar çıkarılsın. Maestroların dar zaman ritüelleri birkaç iadeyi ziyaret, yani muhatapları dışında görmezden geliniyor, gelinecektir.
Ne gam, kimse kimseyi okumuyor, okumasın.
Kendi yazdığı yetiyor potin kafalı bu sefil mürettebata!..
Salah Birsel’in ‘Şiir ve Cinayet’ kitabından yazımıza farklı bir boyut kazandıracak alıntıyla bitirelim: “Uzun süre edebiyat kitaplarını değerlendiren bir kurulda bulunduğum için söyleyeceğim, seçici kurullardan göğüs yumuşatıcı bir karar çıkması hemen hemen olanaksızdır. Seçici kurullar üzerine bir dizi yazmış olan Ataç da bu kanıdadır. -Biri o kitabı, biri bu kitabı beğenmiştir,- der Ataç. –Onlar üzerinde anlaşamayınca da bir üçüncüsünü, belki de en az değerli olanı seçmişlerdir,” ve ekliyor Birsel, “benim beğendiğim bir esere üçüncülük verilmesini sağlamak için, ikincilik için ben de oyumu pek o kadar sevmediğim esere verdim.”
Baki kalacak olan hoş bir muhabbet, kalbe işleyecek olan masum bir dizedir belki. Oysa bencilliğimiz ve kıskançlığımız bizi hep daha çok yalnızlaştırıyor.
Bakalım ayine-i devrân ne suret gösterir, encamı hay’rola!..

PKK Gümüşhane'de belasını buldu

 
Gümüşhane'de 1 terörist öldürüldü 2 terörist sağ olarak yakalandı.

17 Haziran 2010 Perşembe 21:54Asker, Erzincan il sınırında
PKK'nın peşine düştü, çatışma çıktı.
Kısa süreli çatışmada 1 terörist öldürüldü 2 terörist sağ olarak ele geçrildi.

Gümüşhane'nin Kelkit ilçesi kırsalında Erzincan il sınırına
20 kilometre uzaklıkta güvenlik güçleri ile çatışmaya giren 3 terörist öldürüldü.
Erzincan ve Gümüşhane jandarma ekiplerinin istihbarat çalışmaları
sonrasında Gümüşhane'nin Kelkit ilçesine bağlı Tütenli Köyü kırsalında
operasyon düzenlendi.
Arazi taraması yapan güvenlik güçleri saat 20.15 sıralarında bir grup
teröristlerle karşılaştı.
Güvenlik güçlerinin 'dur' ihtarına ateşle karşılık verilmesi üzerine
sıcak temas sağlandı.
Çıkan çatışmada 1 terörist öldürülürken 2 terörist sağ olarak ele geçirildi.

17 Haziran 2010 Perşembe

Kandil Kutlaması

SANAT, SANATÇI VE TOPLUM - Harun Yavruoğlu

Tarih: 12.06.2010 Saat: 08:54:25 (712 okuma)

Sanat, aklının mucizesidir.
Sanatçı, düşüncesiyle yaşamı çelişmeyen insandır.
Ahlaki normlar onun kırmızıçizgileridir.
Değer yargıları kişisel veya yerel değil,
evrenseldir.
Şahsi ikbal ve itibar peşinde koşmaz.
En temel ilkesi haksızlık etmemek,
Haksızlığa karşı koymak,
kendine olan özsaygısını yitirmeden hayatını örnek insan olarak yaşamasıdır.
Tarafsızdır kararlarında.
Hiçbir çıkar ve menfaatlerle satın alınamayacak kadar
Kendisi olarak yaşar hayatını.
Öncelikle, bir insan olarak kendisine ve ait olduğu topluma karşı duyarlıdır.
Yani bir başka ifadeyle adam üstü adamdır sanatçı.
Oysa biliyoruz ki, toplumumuz;
her geçen gün ahlaki değerlere ve sanata biraz daha ilgisiz kalmaktadır.
Biliyoruz ki, insanlar her gün daha çok; dolar Euro biriktirmekte,
vergi vermemekte,
insanlara ve yaşadıkları çevreye ölümcül zararlar vermektedir.
Özellikle son yıllarda kültür seviyesiyle değil, seviyesizliğin ürkünçlüğü çıkar ve menfaatlere imkân sağlar olmaktadır.
Her geçen gün bireysel silahlanma çoğalırken,
Maalesef bireyin okumakta olduğu kitaplarda artış gözlenmemektedir.
İşte sanatçının ışığını tutacağı karanlığın derinliği böylesine vahimdir.
İçinden bu halde çıkılamaz karmakarışık bir haller içindeyiz.
Kafamız karışıktır.
Sanat kavramının en çok yozlaştırıldığı sanatçının horlandığı bir toplum olmuştur ülkemiz.
İçimizdeki sahtekârlık, İçinde yaşadığımız topluma da bulaşmış vaziyettedir.
kayırma,
rüşvet,
yalan,
şöhret ve
sansasyon hep vitrin malzemesidir bizde.
Liyakat değil, riayet ve sadakat döneminden geçmekteyiz.
Estetik bilinçten yoksun,
Kültürsüz,
ilgisiz,
bilgisiz,
insanlar ülkesine dönüşmekteyiz.
Mahareti:
Akl,
zeka
bilgi,
görevine ilgi değil,
şekliyle, şemalıyla ölçülmektedir artık.
Topçular,
Popçular,
Hipopçular çağında yaşıyoruz zamanı.
Artık bırakın sanatçıyı,
Yani elleriyle ve kalbi ve aklıyla üreten bilge insanı bırakın.
Elleri nasırlı kafası çalışan ustalar da artık itibarsızdır bu devirde...
Bu devirde garibim emekçiler de kimsesiz
ve ne yazık ki toplum da sessizdir...
Arayanı yoktur onca yitiklerin...
İşte sanat, yeniden bir şeyler söyleyecektir.
Yeniden toplumsal gereksinimlerini üretecektir.
“Bu böyle gitmez!” diyecektir. Demelidir.
Eşiz bir düşünce, büyük bir emek
ve sevgiyle kurtulacaktır illetlerinden bu millet.
Sanat kalıcıdır çünkü.
Sanatçı şöhret düşkünü değildir çünkü.
Hedef adamıdır.
Yandaş ve yalaka değildir.
Kavgayı sevmez, kavgadan kaçmaz.
Ağzını açmadan konuşur çünkü.
Belli bir ideolojisi vardır, sağa sola çekilemez.
Yönlendirilmeye gelmez, yönlendirir.
Kitleleri ardından sürükler.
Saygı ve sevi ve itimat uyandırır.
Toplumu daima büyük hedeflere taşıyan bir kimliktir.
Euro veya dolar züppesi hiç değildir.Para biriktirmek, zengin olmak çocuklarının uçak gemi alma telaşında da değildir.
Sokak soytarısı ya da kabadayısı da değildir.
Sanat insanın akıl ve duygu tarafıdır.
Estetik, ince ve güzel tarafıdır.
Yüksek insani duygular taşıyan ve kimseye haksızlık etmeden yaşayan, insani değerlere değer veren kişidir.
Yani insanüstü insandır sanatçı.

15 Haziran 2010 Salı

Harun Yavruoğlu "ANADOLU YUNUSTUR" şiir şöleninde.

“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz”
Biz de uyduk Yunus’un buram buram sevgi kokan bu çağrısına, düştük yollara. Vesile olmuştu Yunus gönüllü Sandıklı Kaymakamı Samet Erçoşkun bu çağrıya. Bir biz değildik yollarda. Can Azerbaycan’dan, Tataristan’dan, Anadolu’nun dört bir yanından sevgi akını vardı adeta Yunus’un adımladığı, soluduğu, Yunus kokan topraklara… Yunus gönüllü, Yunus erleri bir sevgi seli gibi akmıştı Sandıklı’ya.

Sandıklı, İç Batı Anadolu’da bir şirin ilçe; sessiz, sakin. Etrafı dağlarla çevrili… Bakmayın öyle sessiz ve sakin durduğuna. Türk coğrafyasında bir büyük yürektir Sandıklı. Yunus gibi bir canı siz de barındırsanız bağrınızda elbette mütevazılığın kalesi olurdunuz. “Beni bende demen; ben, ben değilim. Bir ben vardır bende benden içeri”, diyen sözü mayalayarak öze yönelen, odunun dahi düzgününü yıllar yılı Taptuk’una taşıyan Yunus’un diyarı Sandıklı Anadolu Türk birliğinin kuruluşunda olduğu kadar kurtuluşunda da anahtar rol oynamış; 1176 tarihinde yapılan Miryekefelon Savaşı bu topraklarda yapılmış ve bu savaş sonunda Anadolu’nun tapusu alınmıştı. İstiklal Savaşı’nın en önemli bölümü olan Çiğiltepe, Kocatepe ve Tınaztepe muharebeleri bu topraklarda gerçekleştirilerek Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.

Yüzyıllardır Türk-İslam coğrafyasını süsleyen minarelerin âlemlerini bu şirin küçük ilçede imal edilir olması dahi başlı başına bir güzellik değil mi? Sandıklı’nın özellikleri bütün bunlarla da sınırlı değil. Allah’ın bir lütfu termal suları hatta çamuru ile de şifa dağıtır olmuş hasta bedenlere Sandıklı. İşte yine misyonuna uygun olarak sandığında özenle sakladığı iki büyük ilacını günümüz insanının ruhuna ve bedenine “şifa olur inşallah” diyerek sunan Sandıklı, kollarını kocaman açarak insana, insanlığa “gel” diyor. Ve biz de geliyoruz; sevginin deniz, güzelliğin umman olduğu, kelimelerin billurlaşarak kalplere dolduğu, sözün kıyama durduğu, Yunus’un şiir olup sindiği bu şirin ilçeye.

Takvim yaprakları 14 Mayıs 2010 gösteriyor. Gönül dünyamızın pınarı Yunus Emre’nin izinden yürüyen Anadolu’muzun ve Türk dünyasının Yunus gönüllü erlerinin katılımları ile “Anadolu Yunus’tur” şiir şöleni düzenleniyor. Afyonkarahisar Valisi Haluk İmga, Afyonkarahisar Milletvekili Zekeriya Aslan, Sandıklı Kaymakamı Samet Ercoşkun, Sandıklı Belediye Başkanı İsmail Elibol, Türk dünyasından ve ülkemizin çeşitli illerinden gelen şair, yazar ve düşünce adamları, misafirler, konuklar, Sandıklılı ve çevresinden gelen vatandaşlar ve öğrencilerin katılıyorlar İstasyon Caddesi’nde başlayan Anadolu Yunus’tur sevgi yürüyüşüne. Yürüyüş hükümet konağının önünde son buluyor.

Kaymakam Samet Ercoşkun Atatürk Anıtı na çelenk sunuyor. Ardından bu toprak için bu toprağa düşenler için saygı duşunda bulunuyor ve İstiklal Marşımızı huşu içerisinde söylüyoruz.

Gönlünü, kapısını insana ve insanlığa açan bu güzel, şirin ilçemizde düzenlenen “Anadolu Yunus’tur” şiir şöleninin açış konuşmasını Elazığ İl Kültür Müdürü Tahsin Öztürk yapıyor. Öztürk, “İnsanlık âlemine sekiz asır önce sevgi ve hoşgörü ile seslenen Yunus Emre’yi anlamamız ve anlatmamız gerekir. Günümüzde teknolojide hızlı gelişmeler karşısında insanlığın yaşadığı şaşkınlık ve insanlık onurunu çok acı bir şekilde zedelemekte, adeta bir makinenin dişlisi halinde getirilen insanlık ruhen ölmek üzeredir”,diyor ve günümüz dünyasında azalan sevginin doğurduğu olumsuzluklara dikkat çekiyor.

Ankara’dan şölene katılan şair Ali Akbaş ülkemizin olduğu kadar bütün dünyanın da sevgiye ve hoşgörüye ihtiyacı olduğunu söylüyor.

Azerbaycanlı şair Zelimhan Yakup, Yunus’un doğduğu topraklarda bulunmaktan mutlu olduğunu vurgulayarak “Yunusu duyunca mesafelerin kısaldı”, diyor sonra da etkileyici sesi ile Yunus’tan okuduğu şiirlerle tören alanını dalgalandırıyor adeta.

Belediye Başkanı İsmail Elibol; Yunus Emre bizlere, birbirimizi sevmeyi, sevginin paylaşıldıkça çoğaldığını öğretti. Bizler şerefli Türk Milleti nin birer ferdi olarak nasıl ki; Karacaoğlan da güzele duyulan hasreti, Mevlana da olgunluğu tatmışsak, Yunus Emre ile de sevmeyi ve bu sayede mutluluğun gerçek sırrına ermeyi öğrendik. Yunus un olduğu yerde kavga değil, sevda; savaş değil, barış vardır.”,diye başladığı konuşmasını “Yunus’u sahiplenmek bencillik değil Yunus’un cömertliğindendir. Yunus, sahiplenmekle tükenmez aksine daha da çoğalır.Asırlar boyunca Anadolu insanına yol gösteren, en zorlu günlerinde güç ve kuvvet veren Yunus Emre’nin asıl nerede olduğu değil, bizlerin Yunus ‘un neresinde olduğumuz önemlidir.Eğer bizler Yunus gibi,düşünebiliyorsak Yunus bizim içimizdedir.”, diyerek sürdürüyor konuşmasını

Sandıklı Kaymakamı Samet Ercoşkun: Gerçek hayatı bilinmezlere karışan, ancak Anadolu insanının O nu rüyalarında yaşatacak kadar benimsemesiyle, çok fazla yerde mezarı, makamı, efsanesi bulunan Yunus Emre, bu haliyle, rahmetli Ahmet Kabaklı nın ifade ettiği gibi, iyice millileşmiştir . Bir yönüyle Yunus Eskişehir dir, Karama dır, Erzurum dur, Sandıklı dır. Her şeyden öte Yunus Anadolu dur, Anadolu Yunus tur , diyor. “Anadolu’da kardeşliği perçinleme adına tarafımızı belli etmek istedik, duvarlar yapmaya değil köprüler kurmaya talibiz, istedik ki, ellerin yurdunda çiçekler açarken Anadolu’muzda fırtınalar esmesin. İstedik ki; dünya devletleri sınırları kaldırırken, bizim gönlümüze hudutlar çizilmesin. Gönüller yapmak, sevgi ekmek, işi kolay kılmak istiyoruz.”, diye sürdürüyor konuşmasını.

Sandıklılılar olarak kendilerini çok şanslı hissetmeleri gerektiğini belirten Afyonkarahisar Milletvekili Zekeriya Aslan ise: Yunus Emre’deki insan sevgisinin temelinde Allah Sevgisi vardır. Çünkü Yunus insanda, ‘Allah’tan gelip bedenleşmiş bir cevher, bir ruh olduğunu biliyordu. Öz ifadeyle ‘Yaratılanı Yaratandan ötürü’ seviyordu. Bizler kendimizi çok şanslı hissetmeliyiz. Çünkü Yunus bizimle, bizim şehrimizde, Sandıklı’da, burada, aramızda. Yunus Emre’nin Sandıklı’da olması bizim için gerçekten bir bahtiyarlık”, diyor.

Vali Haluk İmga ise yaptığı konuşmasında: Kültür dünyamızın eşsiz insanı Yunus Emre adına düzenlenen Anadolu Yunus tur şiir şölenleri ile Sandıklı ilçemiz bir defa daha Anadolu coğrafyasında yüklendiği misyonu yerine getirmektedir. Biliyoruz ki, Anadolu muzun kadim şehirlerinden Afyonkarahisar ın ve onun ilçesi olan Sandıklı nın Anadolu ya Türk kimliğini kazandırmak ve onu devam ettirmek gibi iki büyük başarıda imzası vardır. Nitekim Sandıklı ilçemiz ile Çivril ilçesi arasındaki topraklarda 1176 tarihinde yapılan Miryakefalon Savaşı ile Anadolu nun tapusu alınmış ve yine İstiklal Savaşımızın en önemli bölümü bu topraklarda gerçekleştirilmiştir. Kısaca Sandıklı hem kuruluş, hem de kurutuluşumuzun sembol ismidir diye başladığı konuşmalarını Sandıklı’nın Yunus Emre diyarı olarak bilindiğini: “O Yunus Emre ki; sevginin, kardeşliğin, dostluğun membaıdır. O Yunus Emre ki; ‘Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim’ diyerek bugün sadece ülkemizin değil bütün dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu sevgi ve insanı kucaklamayı gaye edinmiştir.”, diyerek sürdürüyor konuşmasını.

Tören, Sandıklı Kültür Varlıklarını Koruma ve Yaşatma Derneği Yaren Meclisinin gösterilerinin ardından Elazığ belediyesi halk oyunları ekibi ve Kürsübaşı konseri ile sona eriyor.

Öğlen sonu Başbakanlık Atatürk kültür Merkezinin katkıları ile Park otelin konferans salonunda gerçekleşen :”Yunus Emre Sevgiye Adanmış Bir Hayat “ konulu panelde Prof.Dr. Mehmet Akkuş, Prof.Dr.Kamil Veli Nerimanoğlu, Doç. Dr. Bayram Dalkılıç ve Mustafa Özçelik katılımcılara Yunus Emre’yi anlatıyorlar.

Akşam, yine Park otelin beş yüz kişilik konferans salonu tıklım tıklım. Yunus Emre Destanı’nı yazan Azerbaycanlı şair Zelimhan Yakup’un şiirlerle süslediği enfes konferansının ardından sazın ve sözün üstadı Ramin Karayev sahne alıyor.

Günün son etkinliği Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin sunduğu “İlahilerle Yunus Emre Konseri” oluyor. Kudumda, Engin Baykal; Neyde, Can Gülbal; Kanunda, Alper Akaryıldız; Tanburda, Hulusi Babalık’ın yer aldığı sazende ekibine Hafız Kadir Konya, Hafız İdris Erdem, Hafız Ramazan Kutlu, Hafız Ahmet Uzunoğlu eşlik ediyor. Hafızların okudukları her biri ayrı güzellikteki Yunus ilahileri ile dinleyenler adeta mest oluyorlar.

14 Mayıs’ı 15 Mayısa bağlayan gece kafamızda ve yüreğimizde Yunus odalarımıza çekiliyoruz. Yarına- yeni bir güne- yine Yunus’u solumaya uyanacağız.

“Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı severiz
Yaratan’dan ötürü”

Yunus’un asırlar öncesinden sabaha gözlerin açtığı topraklarda uyanmanın lezzeti bir başka. Anadolu Yunus’tur şiir şöleninin ikinci günündeyiz. Gönül heybelerimiz sevgi dolu. Okullara gideceğiz.

Kendilerini Hazar Şiir Akşamlarından tanıdığımız Simav Şiir Günlerine yüreğini koyan bilgili, deneyimli, Yunus gönüllü Kaymakam Samet Erçoşkun zamanı doğrusu iyi değerlendirmiş. Okullarını ziyaret edeceğimiz müdürler araçları ile gelmişler. Üçer kişilik gruplar halinde Sandıklı okullarına dağılıyoruz.

Benim grubumda üç can var. Gümüşhane’den Yunus’un çağrısına koşan Talat Ülker, Ağrı’dan Yaşar Bayar ve Elazığ’dan Hüseyin Gazi Orhan.

Okul kapısında ellerinde çiçekleri ile gül yüzlü öğrencilerle öğretmenleri karşılıyorlar. Kız Meslek Lisesinin çok amaçlı salonu yok. Hemen yanı başımızdaki okulun salonunu gidiyoruz. Çocuklar ayakta alkışlıyorlar bizi. Yerlerimizi alıyoruz ve heybelerimizdeki Yunus’u paylaşıyoruz bu aydınlık yüzlerle. Şiirler okuyoruz. Sorular soruyorlar öğrenciler. Öğrencilerin arasından bir şair keşfediyoruz. O da şiirini okuyor bize. Zaman su gibi dakikaları tutmak ne mümkün… Bugün Cuma, Yunus’un dizlerini değdiği topraklarda biz de kıyama duracağız.

Cuma namazını Hüdai Kaplıcası Camiinde kılıyoruz. Burada her yer şifa, yer yer kaplıca. Anadolu Yunus’tur şiir şölenine katılanlara Kaplıca İşletme Genel Müdürü Ali Tuncay kaplıcalar hakkında bilgi veriyor.

Sırada Yunus Emre’nin mezarını ziyaret var. Yunus Emre’nin ülkemizin pek çok yerinde mezarı var. 13.yüzyılın ortalarında dünyaya gelen 14. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğunun filizlenmeye yüz tuttuğu yıllarda yaşayan bu sevgi ereninin Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de; Karaman’da Yunus Emre Camii avlusunda; Bursa’da; Aksaray ile Kırşehir arasında; Ünye Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyünde; Erzurum, Duzcu köyünde; Isparta nın Gönen ilçesinde;Sivas yakınında bir yol üstünde. Ayrıca Tokat ın Niksar ilçesinde mezarları var. Ancak önemli olan Yunus’un mezarının bulunması değil; önemli olan Sandıklı Belediye başkanı İsmail Elibol’un’da gayet veciz ifade ettiği: “Yunus Emre’nin asıl nerede olduğu değil, bizlerin Yunus ‘un neresinde olduğumuz önemlidir. Eğer bizler Yunus gibi, düşünebiliyorsak Yunus bizim içimizdedir”

Evet, eğer biz Yunus gibi nefsimizi irademizin potasında eğitmiş kire, kine kötülüğe set çekmiş; kavgayı, hamlığı, riyayı düşman bellemiş; gösterişi, şekilciliği kendimizden uzak tutmuşsak; gerçeğe hakka yönelmişsek “ ilim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir/ sen kendini bilmezsen/ ya nice okumaktır.” Diyerek kendimizi bilmişsek Yunus bizim içimizdedir.

Yunus’un yaşadığı ve türbesinin bulunduğu Çay Köyü, Sandıklının bir mahallesi olmuş. Çay Köyü mahalle olunca adını da değiştirmiş Yunus Emre Mahallesi koymuşlar. Keşke Çay kalsaymış...

Burada- Yunus’un mezarı başında- yapılan törende ilk konuşmayı Yunus Emre ve Hocası Taptuk Emre Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Recep Dişli yapıyor. Dişli: “Her şeyin özünde sevgi vardır. Güzellik sevgidedir. İnsana, insan gözü ile sevgi ile bakabilirsek çözemeyeceğimiz düğüm kalmaz”, diyor. Azerbeycan’dan gelen şair Zelimhan Yakup’un şiirli, içli ve duygu dolu konuşmasının ardından Şair Rıdvan Çongur ve Mehmet Çetin Yunus’u Yunus’tan okuyorlar. Sandıklı Kültür Varlıklarını Koruma ve Yaşatma Derneği yarenleri tarafından seslendirilen şiirler ve ilahilerden sonra Kuranı Kerim okunuyor dua ediliyor. Ardından Yunus Emre Mahallesi kadınlarının hazırladığı gözleme ve ayrana ilaveten Sandıklı Belediyesi tarafından yaptırılan helva katılımcılara ikram ediliyor. Yunus Emre’nin mezarı ziyaret edilir de şeyhi, hocası Tapduk’un mezarı ziyaret edilmez mi? Tapduk Emre’nin kabri Yunus’un kabrine uzak değil.

Ne demişti Cemil Meriç: “Gül ıtriyle selâmlar sabahı, şair yaratır. Pınar hangi susuzlukları giderdiğinin farkında mı? Güneş sarayları da aydınlatır, kulübeleri de. Öyle seveceksin ki kelimeleri, yalnız senin için raks edecekler. Kelimeler de bütün sevgiler gibi kıskanç. Senin olmalarını istiyorsan, onların olacaksın, yalnız onların.”, demişti ya şimdi sırada duygu yoğunluğunun pişirdiği, sevgi yağmurunun tatlandırdığı şiir var. Yunus’u okuyacaklar Yurtdışından ve ülkemizin dört bir yanından Anadolu Yunus’tur Şiir Şölenine katılan şairler. Kimler yok ki: Bahaettin Karakoç, Yahya Akengin, Ali Akbaş, Zelimhan Yakup, Çulpan Zaripova, Günerkan Aydoğmuş, Fazıl Ahmet Bahadır, İsmet Bora Binatlı, Bahtiyar Aslan, Rıza Akdemir, Rıdvan Çongur, Ali Küçük, Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, İlter Yeşilay, Talat Ülker, Nuri Parmaksız, Gazi Özcan, İbrahim Yavuz, Mithat Yılmaz, Mehmet Emin Ulu, Mehmet Kara, Harun Yavruoğlu,Yasin Mortaş, İsmail Özmel, Muharrem Kubat, Şükrü Baş, Ahmet Otman, İsmail Göktaş, Mine Bahçeci, Levent Topludal, Hanifi İspirli, Yaşar Bayar, Yurdal Demirel, Ali Akçeken, Mahir Gürbüz ve ben Hadi Önal…

Düşlerin güneşle gülüştüğü, sevginin sevdayla demleştiği, ruhların bir büyük rüyada buluştuğu, Türk dilinin billurlaşıp bayraklaştığı, özlemlerin selamlarla sarmaştığı, Türk dünyasından ve Anadolu’dan selam getirmişlerdi Yunuslarına.

Programa biraz ara verilsin de nefeslenelim diyoruz; ne mümkün sırada Türkiye’nin yakından tanıdığı iki billur ses Kültür ve Turizm Bakanlığı Halk Müziği Sanatçıları Zülfü Demirtaş ile Hasan Öztürk var. Biri birinden güzel türkülerle Anadolu Yunus’tur Şiir Şölenine renklendiriyorlar. Ardından “Konsun şamdanlara mum /Olsun ergenler sıra/ İnsin davula tokmak/ Başlasın çaydaçıra diyor program sunucuları Sandıklı Anadolu Lisesi Türk dili Edebiyatı öğretmenleri Yunus yüzlü Zeynep Altıntaş ile Fethi Yeşimleşe ve Çaydaçıra ile birlikte Elazığ Belediyesi Halk oyunları gösterisine başlıyor. Nihat Kazezoğlu ile Hasan Taydaş sahne alıyor ve Doğu Anadolu’yu- Harput’u Batı’ya taşıyorlar.

Vakit gece yarısını çoktan geçti. İnsan ruhu sevdikleri ile beslenince bedenin yorgunluğu pek de hissedilmiyor.

Anadolu Yunus’tur Şiir Şölenin son günü, bugün. Reşadiye Köyü’nde kahvaltı yapacak sonra da Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru Manuel Komnenos arasında 17 Eylül 1176 tarihinde gerçekleşe Miryakefalon Savaşı ile Anadolu’nun tapusunun alındığı yöreyi Sandıklının en yüksek yeri olan Akdağ’dan kuşbakışı seyredeceğiz.

Akdağ,2449 metre yükseklikte; Afyonkarahisar’ın Sandıklı ve Dinar ilçeleriyle Denizli nin Çivril ilçeleri arasında, çevresi, etekleri ormanlık bir dağımız. Yaylaları, çeşmeleri, yaban geyikleri, yılkı atları ve Tokalı kanyonu ile bir doğa harikası. 1984 yılından beri Milli park olarak korunma altına alınmış.

Sandıklı Kaymakamı Samet Ercoşkun, Sandıklı Belediye Başkanı İsmail Elibol, Sandıklı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Müdürü Şuayip Binbir, Eski Sandıklı Mal Müdürü Bülent Oğraş, Ziraat Odası Başkanı Süleyman Yıldız ve “Anadolu Yunus’tur” şiir şöleninin davetlileri; şair ve yazarlardan meydana gelen kafile; Saat 10.00’da Reşadiye Köyündeyiz. Köy konağında Reşadiye Köyü halkı tarafından hazırlanan sofrada sabah kahvaltısı yapıyoruz. Reşadiye Köyü Muhtarı Hasan Çalışkan dan köy hakkında bilgi alıyoruz. Muhtar Çalışkan: Reşadiye köyü sakinlerinin Bulgaristan’dan 1908 yılında göç ettiklerini, Sultan Reşat zamanında bu köye iskan edildiklerini anlatıyor. Bu sebeple de köy, adını Sultan Reşat tan aldığını söylüyor. Köyün geçiminin hayvancılık, tarım ve inşaat ile sağlandığını da ilave ediyor.

Akdağ’a çıkarken yol üzerinde bulunan ve gürül gürül akan bir çeşmeden su içiyoruz. Sorkun Belediye Başkanı İlyas Arısoy çevre hakkında bizleri bilgilendiriyor. Akdağ da yılki atlarının, kurtların ve çakalların olduğu söylüyor; çok eski zamanlarda ayıların da olduğu; ama 1970 li yıllarda çıkan yangın sonucunda ayı nesillerinin tükendiği ifade ediyor.

Kafile Akdağ ın doruk noktasına yakın yerde bulunan bir ardıç ağacının gövdesinden fışkıran suyu görünce duruyor. Sorkun’un eski belediye başkanı Ali Gökdemir; ardıç ağacının gövdesinden akan suyun efsanesini anlatıyor. Yer güzel, hava berrak; ormanın mis gibi. Bol oksijeni de çekince ciğerlerimize geriye ne kalır, türkü söyleyip halay çekmek değil mi? Eh biz de onu yapıyoruz.

Akdağ iniş sırasında “Kasap Çam” adı verilen ve nasıl devrildiği bilinmeyen kocaman çam ağacının yanı başında duruyoruz. Devrik çam hakkında bilgi veren Sorkun’un eski Belediye Başkanı Ali Gökdemir: Bu çamın yaklaşık 4, 5 asırlık olduğunu, 2008 yılında devrildiğini, çamı orman işletmesinden satın aldıklarını. Sorkun un girişine dikmeyi düşündüklerini söylüyor

Dağ havası ya acıktık. Sorkun piknik alanında mangalları yanar görünce daha da çok hissediyoruz açlığımızı. Sandıklı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı ile Sorkun Belediyesi nin ortaklaşa düzenledikleri yöresel hamur işleri ile mangalda sucuğu Yunus ikramı olarak görüyoruz.

Sorsalar Anadolu Yunus’tur Şiir Şöleninin sizde bıraktığı en güzel izlenim nedir diye. Şüphesiz Anadolu insanda, insanın yaşadığı derim. Sevgisiyle, hoşgörüsüyle, ikramı ile gönül kapısını açması ile yarenleri ile

Akşam Sandıklı Kültür Varlıklarını Koruma ve Yaşatma Derneği Yaren Meclisinin gösterisi vardı. Kökleri Orta Asya ya dayanan, Ahilik teşkilatının bir uzantısı olan Yaren Meclislerinin insan yetiştirme; insanı hayata hazırlama; toplumsal düzeni ve güvenliği sağlama gibi görevlerinin olduğunu; yarenlerinin birbirlerine “Taşları, kurşunla kenetlenmiş duvarlar gibi saf bağladıklarını biliyordum; ama Yaren Meclislerinin asırların imbiğinden süzülen Türk kültürünü bu denli dolu dolu yaşadıklarını ve yaşattıklarını bilmiyordum. Gülerken düşünmenin, düşünürken millet olma şuuruna ermenin, eğlenmenin, eğlenirken mensubiyet duygusunun geliştirmenin ve iyi ki bu milletin bir ferdiyim demenin, Bu duygu ile eşsiz bir ruha yükselmenin bu meclislerde böylesine aşılandığına ilk defa şahit oluyordum. Birliğin, dirliğin ve diriliğin bir arada ve yoğun bir biçimde yaşandığı Yaren Meclisinden aldığım yüksek zevki kelimelerle anlatmam mümkün değil. Evet, belki hayatımın en uzun gülmesini yaşamıştım sergilenen oyunlarla. Katıla katıla gülmüştüm mide kaslarımın ağrısına aldırmaksızın; ama bir o kadar da bu toprakların insanı olmanın yüceliğini hissetmiştim. Yarenin, bizim dünümüz değil günümüz ve düğünümüz olduğunu görmüş yarınlarda yaşatmamızın da şart olduğuna inanmıştım. Sağ olsunlar

Ve Anadolu Yunus’tur Şiir Şöleninin finali…

Sahnede Türkülerin efendisi Esat Kabaklı var. Sazın ve sözün ustası bir can… Mızrabını her dokundurdukça sazının teline yürekler hopluyordu yerlerinden. Nameler, coşkun akan bir ırmağın çağıltısıydı adeta. Gür ve ahenkli… Gönül gündemindeki duygularla söylenen türküler örtüşünce; güzellik, yağmur öncesi şimşeklerin aydınlattığı gökyüzünden yıldız olup akıyordu sevenlerini yüreklerine…

Ve alkışlar, alkışlar alkışlar…

Alkışlar; bu büyük organizasyonu gerçekleştiren Sandıklı Kaymakamı Samet Erçoşkun için. Alkışlar; Sandıklı Belediye Başkanı İsmail Elibol için. Alkışlar Sandıklı Kültür Varlıklarını Koruma ve Yaşatma Derneği Yaren Meclisi için, Alkışlar; gönül dünyamızın mimarları Yunus gönüllü şairler: Bahaettin Karakoç, Yahya Akengin, Ali Akbaş, Zelimhan Yakup, Çulpan Zaripova, Günerkan Aydoğmuş, Fazıl Ahmet Bahadır, İsmet Bora Binatlı, Bahtiyar Aslan, Rıza Akdemir, Rıdvan Çongur, Ali Küçük, Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, İlter Yeşilay, Talat Ülker, Nuri Parmaksız, Gazi Özcan, İbrahim Yavuz, Mithat Yılmaz, Mehmet Emin Ulu, Mehmet Kara, Harun Yavruoğlu, Yasin Mortaş, İsmail Özmel, Muharrem Kubat, Şükrü Baş, Ahmet Otman, İsmail Göktaş, Mine Bahçeci, Levent Topludal, Hanifi İspirli, Yaşar Bayar, Yurdal Demirel, Ali Akçeken, Mahir Gürbüz için. Alkışlar; Kültür ve Turizm Bakanlığı Halk Müziği Sanatçıları Zülfü Demirtaş ile Hasan Öztürk için. Alkışlar; Elazığ-Harput mahalli sanatçıları Nihat Kazezoğlu, Hasan Taydaş için. Alkışlar; İlçe Milli Eğitim Müdürü Cevdet Bulut, İlçe Milli Eğitim Şube Müdürleri Ufuk Tabaş ve İsmail Sarıcıyıl için. Alkışlar; Sandıklı ilk ve orta öğretim kurumlarında görev yapan Anadolu Yunus’tur Şiir Şölenini görev alan okul müdürleri: İbrahim Eroğlu, Ahmet Özbayram, Metin Tuncer, Adem Gülpınar, Şevket Koçhisarnazik, İsmail Kor, Özlem Çabukel, Mehmet Ürkmez, Azmi Zorlu, Ahmet Ilkın, Muzaffer Görgün, Erol İleri, Hasan İnam, Mehmet Demirel, Refik Akçin, Osman Ulusoy, Abdullah Korkmaz, Mustafa Erdoğan, Mehmet Gönen, Ali Aktaş, Mehmet Aycan için, Alkışlar; Yunus Emre Mahallesi kadınları için, Alkışlar; Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Prof. Dr. Kamil Veli Nerimanoğlu, Doç. Dr. Bayram Dalkılıç ve Mustafa Özçelik için. Alkışlar; Engin Baykal, Can Gülbal, Alper Akaryıldız, Hulusi Babalık ve Hafız Kadir Konya, Hafız İdris Erdem, Hafız Ramazan Kutlu, Hafız Ahmet Uzunoğlu için. Alkışlar; Kaplıca İşletme Genel Müdürü Ali Tuncay için. Alkışlar; Yunus Emre ve Hocası Taptuk Emre Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Recep Dişli için. Alkışlar; Yunus Emre Mahallesi kadınları, Reşadiye Köyü ve Sorkunlu kadın analar için. Alkışlar; Reşadiye Köyü Muhtarı Hasan Çalışkan için, Alkışlar; Sorkun Belediye Başkanı İlyas Arısoy ve eski belediye başkanı Ali Gökdemir için. Alkışlar; Sandıklı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Müdürü Şuayip Binbir için. Sandıklı Anadolu Lisesi Türk dili Edebiyatı öğretmenleri Yunus yüzlü Zeynep Altıntaş ile Fethi Yeşimleşe için.

Ve alkışlar, Anadolu Yunus’tur Şiir Şöleninin en büyük destekçisi olan; tertibi, düzeni, temizliği kadar güler yüzlü personeli ile katılımcılardan yüz üzerinden yüz puan alan Park Otel sahibi, yöneticisi ve çalışanları için.

Ve de alkışlar gönlü Türk dünyası kadar geniş Muhammet Şener Bulut için.